Son zamanlarda, Hizmet Hareketi’nin dönüşümü mevzu bahis olduğunda ortaya çıkan söylem farklılığı sizlerin de ilgisini çekti mi? Örneğin Hizmet Hareketi’nin, “topluma katkı sunma” anlamında adlandırdığım “dış dönüşüm” mevzu bahis olduğunda ortaya çıkan yaklaşım, “geç kalınmışlık”, “hel min mezid” (“daha yok mu?”), ve “bir an fevt etmeme” şeklinde kendini gösterirken, konu Hizmet’in yeniden yapılanması manasında kullandığım “iç dönüşüm” olunca ortaya çıkan söylem bir anda “temkin”, “evet, ama zaman alır”, ve “yara sararken yapı dönüşemez” noktalarına indirgenebiliyor. İlkinde, varlığın tabiat ve içtimai kanunlarına başkaldırırcasına koşturma, her kıtada bir okul açarken aynı anda gözlerimizi yıldızlara dikme; ikincisinde ise, iç dönüşümün ne kadar zor ve zaman aldığını ifade eden her türlü bilimsel teori ve analojik benzetmeler kucağına kendimizi salma. Lafı sanki, “ne yapalım, bizde istiyoruz dönüşmeyi ama sosyoloji bırakmıyor”a getirme. Bu yaklaşım karşısında, o metaforik Küheylanın “madem bu kadar tabii ve tedrici idiniz, onca yıldır neden beni çatlayıncaya kadar koşturdunuz” dediğini duyar gibiyim.

Belli ki baştan bir pozisyon belirlemişiz ve o belirlediğimiz pozisyonu “ispatlayan” ve “anlamlandıran” veriler “buluyoruz” birçok yerde. Buna psikolojide “confirmation bias” deniyor; yani baştan belirlenen pozisyonları doğrulayan verilere karşı daha duyarlı olma hali. Aslında burada bulduğumuzu düşündüğümüz argüman ve verilerinde birçok zaman yoruma açık olduğunu da unutmamak gerekir. Bu şekilde, bilgi, veri ve argümanları aslında araçsallaştırıyoruz. Kutsal metinler, bu tarz araçsallaştırmaya maalesef oldukça müsait. Öyle ki, okur bu metinleri okumak yerine, “metin öncesi” düşüncelerini “metin içerisinde” bulma çabasına girer. Bir açıdan bu kaçınılmaz bir durumdur. İnsandaki şuur, nötr değildir ki o şuur aynasında yansıyan görüntüler nötr olsun. Düşünmek, yorumdur. Düşünmek için kullandığımız kelimeler ve kavramlar yorumdur. Bakmak ve görmek yorumdur. İlmin kendisi yorumdur. Bu kaçınılmaz göreceliği azaltmak mümkündür fakat tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Yukarıda ifade etmeye çalıştığım durum bu göreceliğin, düşüncenin doğal seyri içerisinde kendisini göstermesi değil; bunun bilinçli bir şekilde yapılmasıdır. Bunun bir ucu manipülasyona varır.

Hizmet’te dönüşüm konusundaki tartışmalarda keşke bilimsel teorilere – araçsallaştırmak için bile olsa – daha fazla yer verilebilse; zira, araçsallaştırmak için dahi yapılacak olan bilimsel atıflar, tartışmaların daha faydalı bir zemine taşınmasına vesile olabilir. Fakat bunun aksine son zamanlarda analojilerin daha çok kullanıldığına şahit oluyorum. Analoji, az bilineni daha çok bilinenle kıyaslamak suretiyle az bilineni, çok bilinen üzerinden daha anlaşılır veya kabul edilebilir kılmak için kullanılan bir ifade yoludur. Mesela, “kangren olmuş kol kesilir” oldukça yaygın kullanılan bir ifadedir. Kangren olmuş bir uzuvla alakalı ne yapılması gerektiği önkabul kazanmıştır. Bu önkabulü, nihai olarak ne yapılması gerektiği konusunda emin olduğumuz herhangi bir husus için pekâlâ kullanabiliriz. Örneğin, eğer kangren olmuş kolun kesilmesi gerekiyor ise, benzer şekilde “kangren olmuş çalışmalarımızın da kesilmesi gerekir” argümanı gibi. Bu ve bunun gibi birçok şekilde analojilerin muhtemel faydasından söz etmek mümkündür. Burada asıl sorun, analojilerin herhangi bir argümanın anlaşılabilirliğini kolaylaştırmanın ötesinde tek başına bir argümanı veya telkin edilen bir hareket tarzını kabul ettirmek veya onun doğruluğunu ispat etmek için kullanılmasıdır. Metodolojik olarak oldukça sorunlu olan bu yaklaşım tarzı, analojiler üzerinden her şeyin izah edilebileceğini fakat izahın, ispat sayılamayacağı gerçeğini gözardı etmektedir. Önemli olan, ileri sürülen argümanın bir analoji ile daha anlaşılır kılındıktan sonra bilimsel teori, objektif veriler, uzman kanaatleri ve eleştirel gözlem ve analizlerle ispatlamaya çalışmaktır.

Peki analojiler, neden iç dönüşüm bağlamında çokça kullanılmaya başlandı? Çünkü son birkaç sene içeresinde, bu hususta bir pozisyonu savunmak gerekmektedir ve yukarıda ifade ettiğim üzere bu savunmayı analojiler üzerinden yapmak (sorunlu olsa da) oldukça kolaydır. Son zamanlarda, Hizmet’in yeniden yapılanması çağrılarına karşı, sıkça kullanılan bir analoji örneği üzerinden devam edelim: “Kaza oldu, herkes yara bere içinde. Siz kalkmışsınız, o niye böyle, bu niye şöyle diyorsunuz. Önce şu yaralılara yardım edelim, sonra dediklerinizi yapalım”. Bu sözü söyleyen kişi söylediğinde oldukça samimi olabilir ve kurmuş olduğu analojiler üzerinden kendisini bu noktada ikna etmiş olabilir. Ama bu kişinin samimiyeti, bu metodu doğru kılmaz.

Örneğin, Amerikan Birleşik Devletleri’nde bir kişi ne zaman yasal yollardan temin ettiği bir silahla bir okula, kiliseye, sinemaya veya gece kulübüne gidip oradaki masum insanları katletse yaygın iki kanaat ve tepki ortaya çıkar. İlkinde halkın önemli bir kısmı ayağa kalkıp isyan eder. “Yeter artık” der. “Bu durum kabul edilemez, birşeyler yapmamız lazım”, der. Buna mukabil, ikinci refleksin sahibi olan silah lobisi temsilcileri ve bireysel silahlanmayı anayasal bir hak görenler konuyu başka bir noktaya çekmek isterler. Bunu yapabilmek için kullandıkları argümanlarından birisi şöyledir [aynen tercüme ediyorum]: “Zaman, yas tutma, acıları paylaşma, yardımlaşma zamanıdır. Zaman, [birşeyleri değiştirme anlamında] siyasi veya toplumsal tartışma zamanı değildir […] Böyle bir zaman gelecektir ve biz o tartışmaya o zaman iştirak edeceğiz’. Tahmin edeceğiniz üzere, ABD’dekiler her yıl binlerce kişinin hayatına mal olan bu konunun konuşulabileceği ve ilgili reformların yapılabileceği uygun bir zaman dilimi bulabilmiş değil. Umarım Hizmet Hareket’i olarak bizler böyle bir uygun zaman dilimini bulabiliriz.

Not: Bazılarımız, ‘bizi ABD’deki silah lobisine benzetti’ demesin. Benzeten ben değilim, kullandığınız analojiler. Ama dedim ya, analoji bunlar. Üzerine çok fazla anlam yüklemekten vazgeçelim.