İslami ilimler tarihinde başkalarının belki üstü kapalı ifade ettiği bir tezi, bana göre yakın tarihimizde en net ve veciz savunan kişilerden birisi Abdulkerim Suruş olmuştur. Suruş’ın ‘Kabz-ı Bast-ı Teorik-i Şerîat’ başlıca bilimsel tezinde ‘din’ ile ‘dine ait bilgi ve ilmin’ arasındaki ayrıma dikkati çekmektedir ve islam aleminde yaşanan birçok problemin temelini bu ayrımın yapılamamış olmasına dayandırır. Özetle, Suruş’un savunduğu argüman şudur: Din başkadır, din ile alakalı bizim bildiğimiz başkadır. Biri ‘mutlak dindir’, diğeri ise bizde bulunan ‘dine ait bilgi ve ilimdir’.
İslam dini, ilahidir, ulvidir, mutlak hakikati bize öğretir, değişmez, her şeyi kapsar. Bizim din diye bildiğimiz her şey ise bizim bilebilme kapasitemiz ile sınırlıdır ve bu yüzden din değil, din ile alakalı bilgi ve ilimdir; bu açıdan da beşeridir, nakıstır, gelişmeye açık ve eleştirilmeye muhtaçtır. Eleştirilen ve gelişen din değil, bizim din ile alakalı zihinsel ve kalbi ‘kortekslerimiz’deki bilgi ve ilim türüdür. Yani her şeyin iki boyutu vardır: mutlak anlamdaki kendisi ile onun bizdeki bilinebilirliği ve yansıması. Biri haktır, diğeri o hakikat ile alakalı bizdeki karşılığı. Bu ikilemden kaçmak mümkün değildir, çünkü insan, insana bağlı ‘bilebilme’ potansiyeli ile sınırlıdır. Dolayısıyla en kesin bildiğimizi düşündüğümüz konu, o konu ile alakalı kesinlik derecesi yüksek olan bir bilgi türüdür.
Burada izah edilen mesele, Kuran’daki bir ayet ile fıkıhtaki bir fetva veya fenni ilimlerdeki teori ile deney yapıldıktan sonraki ispat arasındaki epistemelojik fark değildir. Burada izah edilen, insanın bilebilme aygıtı olan akıl, kalp ve ruh dünyasında varlığa erişen her bilginin insana bağlı olarak bir yorum ile ortaya çıkmak zorunda olmasıdır. Çünkü bilgi, özü itibarıyla tecrübe, dil ve zaman gibi tuğlalarla örülen bir binadır ve bunlar da hep subjektiftir ve sınırlıdır. Ressamın çizdiği gül ile çizilen gül arasındaki kaçınılmaz fark gibi. ‘Kün fe yekûn’ deki yorum sadece o ayetle alakalı yapılan tefsir değil, bizim ‘kün’ dediğimiz anda zihnimizde beliren ‘resimin’ ta kendisidir. Yani bilgi ve ilim özü itibarıyla yorumdur ve varlık paradigmamızın ontolojik bir kaçınılmazlığıdır.
Bu durumda bizim din diye söylediğimiz her şey beşeri bilgi ve ilimdir. Dinin bizdeki algılanışını bu şekilde anladığımız zaman pek çok konu yerli yerine oturur. Ali Ünal Ağabey’in ‘Bugünün aynasından tarihe bakmak’ yazısında ‘[o]nlar ilmî bulmuyor diye, meselâ vahyi ilmin en kesin kaynağı olarak görmekten vazgeçemeyiz’ demek suretiyle din ile ilim arasında bir hiyerarşi kurmaya çalışmaktadır. Şimdi, ‘dini’, yukarıda Suruş’un izah ettiği gibi algıladığımız zaman, Ali Ünal’ın bu sözü son derece doğru. Vahiy ilahidir ve mutlak hakikattir. İlim ise, sonuç itibarıyla, subjektiftir. Buraya kadar problem olması mümkün değil. Ama Ali Ünal ‘dinin’ buradaki ontolojik üstünlüğünü epistemelojik olarak uygulamaya kalkıştığında problem çıkıyor. Yani, basitleştirerek, ‘dinin şu hükmü, ilmin şu tespitiyle ters. Biri din, diğeri ilim. O yüzden dinin tespiti, dini olmasından ileri üstünlük sağlamalı’ dediğiniz anda, din diye ortaya koyduğunuz hükmün de aslında beşeri bilgi ve ilim, ve dolayısıyla bir yorum, olduğu hakikatini göz ardı etmiş oluruz.
Din ile hayatın diğer üniteleri arasındaki ilişki dinin hangi boyutta ele alındığı ile alakalıdır. Din öncelikle imandır. İman veya inkar hem inanç düzleminde kişiyi etkiler hem de şiddetine göre kişinin algı dünyasını. İmanın bu etkisi hak ve kaçınılmazdır. Batı ilim dünyası ‘ilmin sosyolojisi’ veya postmodern fikirsel dönüşümü ile zaten ‘mutlak objektiflik’ olamayacağını kendi kendine kabul etmiştir. Peki dine ait bilgi ve ilim ile diğer bilgi ve ilim türleri arasındaki ilişki nasıl olmalıdır? Bilgi ve ilim düzleminde, her ilmin kendi alanında etkin olması kaçınılmazdır. Mesela, Kuran’ı anlamak için ilk önce itibar edeceğimiz kaynak hadis ve siyerdir. Fakat, A alanındaki kesinlik derecesi çok yüksek olan ilmi bir buluş, bir başka alandaki daha zayıf bir kabulün değişmesine de neden olabilir. Fethullah Gülen Hocaefendi’nin, ilmin ispat ettigi bir hakikat, Kuran’daki bir ayetin tekrardan yorumlanmasını gerektirebilir mealindeki ifadesi ile kastettiği bu olsa gerek. Ilim metodolojisi içinde ‘mantıksal üstünlük’ kavramı uzerinden herhangi bir alan içinde hiyerarşi kurmak mümkündür ama bu da her alan için subjektiftir ve bütün alanlara objektif olarak empoze edilemez.
Ali Ünal’ın ‘vahyi ilmin en kesin kaynağı olarak görmekten vazgeçemeyiz’ derken vahyin bizdeki yorumuna diğer ilimler üzerinde hiyerarşik ustunluk verme gayreti, bir başka taraftan Said Nursi’nin ortaya koyduğu Kuran ve kainat arasındaki derin ilişkiyi de istemeden zedelemiş oluyor. Neticede, Kuran’ın ve kainatın müellifi birdir. Her ikisi de, insanoğlu dışında varlığını devam ettiriyor. Her ikisi de bize Allah’ı anlatıyor. Kainat kitabını okumada daha mahir olmuş birisi, Kuran kitabını anlamaktan bihaber birine ilmi dersler verebilir, çünkü her ikisinin kaynağı haktır, her ikisini de yorumlayan ve nakıslaştıran da insan.
Ali Ünal için geçerli olmasada, dini ilmi otomatik olarak diğer ilimlerin üzerine koyma gayreti, diğer ilimlerin dine ait saha ile alakalı ‘problemli’ bir şey söyleyebilme endişesinden de kaynaklanabiliyor. Fakat, Allah’a imanımız kavi ise, burada endişe edecek bir şey olmamalı. Diğer ilim dallarının iddia ettikleri (yorumsal) hakikatler ile dinin ortaya koyduğu (yorumsal) hakikatler birbiri ile diyalog kursun. Neticede diyalog, din ile ilim arasında değil, ilim ile ilim arasında. Bu diyalog sonucunda değişen ve gelişen ‘din’ veya ‘hücre’ değil, din veya hücre ile alakalı bizdeki beşeri ilimdir. Dine ait bilgi ve ilmi koruma ile kendi yorumumuzu koruma refleksimiz arasında paralellik de olabilir. İstişarede fikrinin tartışılmasından rahatsızlık duyan sivil toplum kurumu idarecisi ile siyasi konumunun tartışılmasından korkan ülke liderinin reflekslerinde de bu endişeyi görmek mümkündür. Gerek şahsi, gerekse din adına duyulan bir endişe ile, şahsi yorum olmak zorunda olan beşeri din anlayışımızı sürekli ulvi, ilahi ve mutlak din ile sabitlemeye çalışırken, toplum nezdindeki din algısına zarar verebiliyor olduğumuz ihtimalini de göz ardı etmemeliyiz.
Published in Zaman UK, 14 February 2016.
Hamteli: offering suggestions for and criticisms on Hizmet. The name is a play on Gulen’s weekly podcasts (‘Bamteli’), which means ‘the crux of the matter’ and is suited to the ‘weighty’ topics of faith, religion and society that he addresses. In Turkish, the word ‘ham’ on the other hand means ‘draft’, ‘unfinished’ or ‘half-baked’, which is well suited to my ‘half-baked’ views expressed herein.